TÜRKİYE OKUMALARI ÜRKÜP KAMP NOTLARI
KENDİ HALİNDE MÜSLÜMAN
Kendi haline bırakılan taşlar bile harikulade seyir tadı
sunuyor bakana... Peri bacalarını bile bir işe yaramaya zorlarken- onları bir
şeylere benzetme çabasına girişmişken düşündüm “kendi halinde olmak” üzerine.
Kendi haline kalamıyor, doğal bir oluşumu bile öylece kendi halinde
sevemiyorduk. Değil kendi halinde olmaktan kendimizden bile uzaklaşmaya
başladığımız, dışarıdaki gürültülerden, koşuşturmacalardan, beklentilerden,
içimize dönmekten uzaklaştığımız bir zamanda bir içe dönüş daveti daha aldık...
Ürgüp kampı ... Kendimize bir kere daha davet edildik Ürgüp kampıyla...yolculuk
şifalı bir şeydi bir de şifalanmak umudu ile ya Şafi diyerek hareketin
bereketini niyete koyunca gözümüz gönlümüz ruhumuz şenlendi, iyileşti. Günler
öncesinde pek çok arkadaşım gibi beni de yolculuğun heyecanı sardı. Hem
yolculuğu hem de evde olmayı seven biri olarak yola çıkana kadar ruhum adeta bir
mengene de sıkıldı. O zaman ne şekilde olursa olsun yolculuğun felsefesinin yola
çıkmaktan zor olduğunu hissettim.
Diğer kamplardan farklı olarak bizim Ürküp
kamp serüvenimiz yolculuk başlayınca başladı. Liseden dostum Elif ve birkaç
arkadaş ile kampa araba ile gelmeye karar verdik. Yolculuğumuza online Türkiye
okumalarından tanıdığım ve saatlerce konuşsalar dinlemek isteyeceğim iki
arkadaşımız Emine ve Sümeyra'da katıldı. Gerek giderken konuştuklarımız gerek
dönerken yaptığımız eşsiz müzakereler keşke her anını kaydedebilseydik dediğimiz
mülahazalarla doluydu. Dile kolay toplamda 20 saate yakın beraber yolculuk
yaptık.
Giderken araçta konuştuğumuz pek çok meseleye kampta yer alan
katılımcılar ve diğer arkadaşlar da temas edince zihnimizde şimşekler çaktı ve
sık sık göz göze gelip gülüştük. Bir keşif yapıyor gibi heyecanlanıp her fırsatı
dolu dolu geçirdik. Ortak sorunlarımıza cevap buldukça heyecanımız ve hayretimiz
arttı. Hicret hocamızın açılış konuşmasının ardından bizi misafir eden Nevşehir
Üniversitesi Rektörü Semih Aktekin hocanın kısa ama çok etkili olan
selamlamasını dinledik.
Özellikle edebiyat ve sanatla olan bağın daha güçlü ve
etkili adımlara dönüştüğünü ifade etmesi benim için çok değerliydi. Yaşadığımız
coğrafyanın belli başlı meselelerine kafa yormak için bir araya gelmemizin ne
kadar değerli olduğunu ifade eden Aktekin, mütevazi hal diliyle de bizi çok
etkiledi. Yatay bir iletişime imkan veren kampımızın “birikimin uygulamaya
yansıması” açısından çok değerli olduğunu ifade etti. Özellikle salondaki
erkeklerin azlığına işaret ederek bu erkekler nerede sorusu da içerden bir
eleştiri olarak çok dikkat çekiciydi. Sapanca kampımızda da arkadaşlarla uzun
uzun bu konuyu konuşmuştuk. Müslüman kadının değişimi söz konusu olduğu zaman
Müslüman erkek nerede sorusu pek sorulmuyordu. Müslüman erkeğe ne oldu. Bir
değişimi tek yönlü anlamaya çalışmak, sadece kadınlar üzerinden bir
düşünümsellik ortaya koymak yeterli görülmüyordu.
Bir klasik olarak açılış
seminerini Necdet Subaşı hocamız yaptı.
Konuşmasında din sekülerlik ve gündelik
yaşamın mikro hikayelerini “Kırık Aynalar” metaforuyla bize sundu. Ben
başlangıçta kırık aynayı tevhidin kesrete dönüşmesi, içimizdeki ve aramızdaki
birliğin parçalanıp çoğalması olarak düşündüm. Necdet hoca sanki “İlim bir
noktaydı onu cahiller çoğalttı” diyordu. Bir yandan da kendimiz olamamaktan,
durduğumuz yeri sorgulamamızın öneminden söz ediyordu. Bana göre Necdet Hoca
yıllar önce Alev Erkilet'in Ortadoğu modernleşmesini okuduğumda hissettiğim o
şeyi dillendiriyordu. Değişmiştik. Bilincimiz sekülerleşmiş laik eğitim sistemi
öyle ya da böyle üzerimize/dilimize sinmişti. Bu yüzden düşüncelerimizi Kur’an
ve sünnetten refere etmekten imtina ediyor iyi bir Müslüman olmakla
yetinmiyorduk. Şeriat kelimesini ancak “belli çevrelerde” bağlamını da ortaya
koyarak kullanabiliyorduk. Kırık aynalar metaforu parçalanmış bir bütünün bizi
paramparça göstermesi dolayısıyla hakikati parçalı görmemizi ifade etmekteydi.
Müslümanların birbirine ayna olması da imkansız oluyordu böylece... ve sanki
"körler sağırlar birbirini ağırlar sözü gerçekleşiyordu". Değil birbirimize ayna
olmak görüntülerimizi de kuruntularımızı da çoğaltıyorduk. Çünkü herkesin aynası
kırıktı. Hakikati parçalı görüyorduk. Aynaya bakmak bir noktada da tefekkürdü.
Her bir kırışan çizgi hayatın geçiciliğini bize haykırıyor bize bir tahattur
ufku sunuyordu. Kırık aynalarımız bizi tevhit ilminden, tefekkürden ve
tezekkürden de uzaklaştırıyordu. Ya da bunlardan uzaklaştığımızda, aynamız
kırılmış, tuz buz olmuştu. Necdet Hoca bütün samimiyetiyle ruhi hayatımızı nasıl
şekillendireceğiz diye soruyordu. Dertleniyordu. Öyle ki tüm iliklerimize kadar
bu derdi hissediyorduk. Allah'ın kitabına yoğunlaşmanın çok önemli olduğunu
ifade ettikten sonra literatürü de süzerek öğrenmeyi tavsiye etti. Öyle
sanıyorum ki Necdet Hoca o gece kırık aynaları kırmak için hepimizin eline birer
taş verdi.
Dünyaya bütüncül bakamıyoruz diyen Abdullah Harmancı kültürel
iktidarla olan ilişkimizi kendi şahitlikleri ile bize sundu. Harmancı, seküler
bir kanon oluştuğu gibi Müslüman bir kanonun da oluştuğunu ifade edip bunun umut
verici olduğunu ifade etti. Her şeyden önce bir anne olarak çocuğuma böyle
yetkin ve samimi bir Müslüman’ın yazdığı kitapları okutmanın ne kadar
ferahlatıcı bir şey olduğunu hissettim. Kültürel iktidarı sağ ve sol kanonlarla
açıklamak yani eleştirdiğimiz kutuplaşmanın üzerine bina etmeyi sürdürmek her ne
kadar siyasi bir söylemle başlatılmış olsa da bu tartışma bizi ancak kısır bir
döngüye hapseder diye düşünüyorum. Ortak bir kanon imkanı ve daha uzlaşmacı bir
dil üzerinden hareket etme üzerine kafa yorulabilir. Harmancı'ya göre günün
sonunda Türk modernleşmesinin oluşturduğu çatlak üzerinden yüzeysel bir kültürel
iktidar tartışması yapıyor ve evlere dağılıyoruz. Harmancı’nın da üzerinde
durduğu ( Profan) bir din olarak sanatın ortaya çıkışı üzerinde kafa yormak hem
Cumhuriyet inkılaplarını anlamak hem sivil din tartışmalarını Türkiye özelinde
okumak açısından çok önemliydi. Dursun Çiçek Hoca’da Kayseri kampında sanatın bu
yönü ve gücüne dair benzer bir alıntı yapmıştı.
Akademide Müslüman kadın olmak
konulu sunumunu yapan Fatma Kızıl sadece yarım saatte sanki şimdiye kadar
oluşturulmuş toplumsal cinsiyete dair tüm İslam’i argümanları özetleyip
tartışmaların yoğunlaştığı rivayetleri ele aldı. Bu tartışmalarda Müslüman bir
kadın olarak kendi durduğu noktayı da çok güzel ifade etti. Özellikle İslam'ın
kadına 600’lü çağlarda çok büyük haklar verdiğini ama bu hakların bugün için
yeterli olmadığını ifade etmesi, geleneğin tek sesli olmasa da erkek egemen
olduğunun altını çizmesi ve ulemanın faizsiz bankacılığı anlamaya yönelik
verdiği emeği, özveriyi kadın meselesinde göstermediğini ifade etmesi çok
değerliydi.
Süleyman Gündüz’ün konuşmasına gelince yıllar önce Erkilet'in
Ortadoğu Modernleşmesini okuduğumda neden Müslümanların İran'daki İslam
devrimine benzer bir şey yapmadığını ben de çok düşündüm. 1. Diyanet'in bir
devlet birimi olması ve buradaki hocaların (yine ilahiyattaki hocaların da)
maaşını devletten almaları ve bundan dolayı özgür olamadıkları ve belli
ideolojilere hizmet etmek zorunda kalmaları 2. özellikle Müslümanlara kamusal
görünür olma imkanının siyasi partilerle göreceli olarak verilmesi 3.
cemaatlerin ve tarikatların topla tüfekle değil nefisle mücadele etmenin elzem
olduğunu vurgulayıp sisteme itaati salıklaması gibi hususlar bir İslam
Devriminin Türkiye'de gerçekleşmemesinin sebeplerinden birkaçı sayılabilir.
Özellikle Seküler laik eğitim ile yetişmiş bir ilahiyatçı olarak değil cihat
yapmayı İslami bir hayatı benimsemiş bir sistemde yaşamayı hayal etmeyi bile
çoktan unuttuğumu fark ettim. Cihat kalemle yapılan, emri bil maruf nehyi anil
münker bir farz olarak değil hobi olarak gerçekleştirilen bir şey haline
gelmişti. Hepimiz adeta ağzımızda zeytin dalları taşıyan barışçıl, minnoş,
sevimli Müslümanlardık. Herkese sevimli görünme gayreti, herkesten kabul görme,
teyit alma ihtiyacı ve kısmi kamusal görünürlük bizi bazı kelimelerden ve
varoluşsal gayelerden uzaklaştırdı. Konfora tabi olduk. Allah ve Resulüne değil.
Bu farkındalıklarla bizim teoride yaşadığımız bütün tıkanıklıklara ve sürçmelere
rağmen hareketi seçip gürül gürül akan bir abimizi tanıdık. Sözü ve eylemi
birbiriyle ahenk içinde olan Süleyman Gündüz’ü dinledik. Süleyman Gündüz'ün
cihatı kalemden ibaret görmemesi ve bizzat fiili olarak bütün Müslüman
coğrafyalarda cephelerde bulunması, “olan ve olması gereken” arasındaki farkı ve
“dönüşen bilincimizin” “açılan mesafenin” görülmesini de kolaylaştırdı.
Aliya'nın sözünü aktaran Gündüz "Müslümanlar kendi dinlerine olan güvenlerini
kaybettiler "diyerek Peygamberimizin insanla konuştuğunu bugünkü din dilinin
insanlara buyurduğunu ifade etti. Dolayısıyla kapsayıcı yeni bir din dilinin
inşasına çok fazla ihtiyaç vardı. Ve bize çok iş düşüyordu. Bu yeni bir dil
inşası sanırım Ürküp kampının odağında olan en önemli vurguydu.
Mehmet Görmez
hocamız da Türkiye Cumhuriyeti'nin manevi varlığı üzerine bir sunum
gerçekleştirdi. Görmez, Fethi Gemuhluoğlu'nun dostluk üzerine kitabından enfes
bir alıntıyla bizleri selamladı. Daha sonra ateşten bir gömlekti diye ifade
ettiği resmi görev sürecinden de bazı atıflar yaparak manevi varlık kavramını
açıkladı. Ben bu manevi varlık kavramını Çanakkale'deki ortaklaşan ruh olarak
anladım. Yine kırık aynalara atıfla hakikatin parçalanması mevzusu ile
bağdaştırdım. Görmez hoca sanki manevi varlıkta “hakikatin tek olmasını ve bu
hakikatin ne kadar operasyonel faaliyetler yürütülse de Çanakkale'de olduğu gibi
hiçbir şekilde yok edilemeyeceği üzerinde durdu. Adeta manevi varlık “Ne
yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır” dizelerindeki göklerden gelen
karardır. Yine de her kuşağın o manevi varlığa yakınlığı, uzaklığı, mesafesi
değişip dönüşmek de sanıyorum. Örneğin o manevi varlık Türk toplumunu deprem
zamanında tek vücut olma konusunda birleştirdi. Fakat sanki aynı manevi varlıkla
ülkemizdeki akıl almaz kutuplaşmayı ve ayrışmayı açıklamaya gücümüz yetmiyor.
Öyle ki dünyanın her yerinde dili, dini, ırkı, ideolojisi ne olursa olsun
Filistin için ortaklaşan sesler, ülkemizde siyasi bir kutuplaşma aracına
dönüşebiliyor. Mesela bir kesim İsrail mallarını boykot ederken tam aksine
konumlanmış bir diğer kesim ise yerli mallarını boykot edebiliyor. Manevi
varlığın gücüne hiç olmadığı kadar inanmak istediğimiz bir çağdayız. Ve bu
noktada Görmez Hoca’nın sunumunu çok ümit var buluyorum. Fakat Yaratıcı kendi
ellerimizle yapıp ettiklerimize, çıkardığımız ürünlere, mahsullere bakıyor.
Bizler de kişinin aynası yaptığı işidir diyoruz. Bizlerin bugünlerde aynaları da
paramparça sanki ortaya çıkan ürünleri de. Yine de Allah’tan umut kesilmez
deyip, manevi varlığımızı“ Allah nurunu tamamlayacaktır” ilahi kaidesiyle
birlikte düşünüp ilelebet muhafaza etmek zorundayız.
Gemlik Ekim 2025
Güzel bir kültür gezisi de yaptık:)














Yorumlar