HİÇBİR ŞEY!


Sinan tekkesinin şeyhi Abdullah Efendi’den dönerken, Molla Yusuf'u dere kenarındaki bahçede gördüm. Kapıyı açıp içeriye girdiğimde irkildi, tedirgin, hasta bir insanın ateşli gözleriyle bana baktı.
Nereye gittiğimi ve ne aradığımı biliyordu.
Selâmlaşmadık. Kendi odama çıktım. Pencere ke­narında durup, dalgın bir şekilde güneşle parıldayan günü seyrettim. Mantıksız olduğunu bildiğim halde, yapabildiğim tek şey bu oldu..
Kapı açıldığında, içeriye kimin girdiğini biliyor­dum. Hiç ses çıkarmadım. O da bîr şey söylemedi. Kapı yanında derin nefes alışını duyuyor gibiydim.
Bu can sıkıcı bekleyiş, uzun bir süre devam etti. Kara düşüncem gibi, arkamda bekleyip durdu. Böyle çağrılmadan geleceğini biliyordum. Çoktandır bu anı bekliyordum. Oysa şimdi, gitmesini istiyordum. Ama o, gitmiyordu.
Sakin ve anlaşılır bir sesle ilk konuşan o oldu.
- Nereye  gittiğinizi ve  ne aradığınızı biliyorum, dedi.
- Öyleyse ne istiyorsun?  diye sordum.
- Aramanız boşuna değildi. Beni ya mahkûm edin ya da yapabilirseniz, buradan uzaklaştırın.
- Molla Yusuf, beni yalnız bırak.
- Benden nefret ediyor musunuz?
- Lütfen git. 
-    Benden nefret ettiğinizi bilsem, buna, daha ko­lay dayanırdım.
-    Biliyorum.  Kendinin de  nefret etmeye  hakkın
olduğunu hissederdin.
 - Susmakla  beni  cezalandırmayın.   Yüzüme   tü­kürün ya da bağışlayın!
- Hiçbirini yapamam.
- Bana neden dostluktan söz ettiniz? Daha o za man her şeyi biliyordunuz.
- Yaptıklarını tesadüfen ya da  korkunun etkisi altında yaptığını sanıyordum.
- Beni bu şekilde göndermeyin!
Küçülerek yalvarmıyor, istiyordu. Teessüre ka­pılmış bir insanın cesaretine benziyordu bu tutumu. Soğuk davranışım karşısında cesaretini yitirerek sus­tu. Kapıya doğru birkaç adım ilerledikten sonra tek­rar durup bana döndü. Bu anda kararlı ve âdeta şen bir görünüşü vardı
- Dostluktan  söz  etmekle, bana ne kadar eziyet ettiğinizi bilmenizi isterdim, dedi. Bunun gerçek ola­mayacağını biliyordum. Oysa, olmasını çok isterdim.Bir mucize olsun istiyordum. Ne yazık ki, mucize diye bir şey yoktur. Hafifledim şimdi.
- Git Yusuf.
-    Elinizi öpebilir miyim?
-    Rica ederim git. Yalnız kalmak istiyorum.
- Peki. Gidiyorum.
Pencerenin yanına gidip ,nereye baktığımın far­kında olmadan, batmakta olan güneşe bakmaya baş­ladım. Molla Yusuf'un odadan ne zaman çıktığını, kapı­nın ne zaman kapandığını duymadım. Ne hoşgörü, ne istihza duymadan fareyi kapandan salıvermiştim.
Bakışlarım kentin üstündeki bayırlarda ve akşam güneşinin parıldadığı evlerin pencerelerinde dolaşıyor­du.
işte böyle. Sonunda ne oldu? Hiçbir şey. Akşam karanlığı, gece, günün ilk ışınları, gün; sonra yine ak­şam karanlığı, gece... Hiçbir şey.


 “Ah zavallı dostum benim! Siz dervişlerin bir kez olsun derviş gibi düşünmediğiniz olmaz mı? Belirlenmişe göre davranmak, Allah’ın emrinden çıkmamak, adaleti ve dünyayı kurtarmak! Nasıl oluyor da bu büyük sözler sıkmıyor sizi? Dünyayı kurtarmaya çalışmadan insanca bir isteğe göre hiçbir şey yapılamaz mı? Allah’ınızı severseniz dünyayı rahat bırakın. Siz derdini çekmezseniz daha mutlu olur o.

"sönen her günün sonunda, acı vermemesi için geçmişi silmiş, öldürmüş olsak, yeni günü artık mevcut olmayanla kıyaslamaz, ona daha kolay tahammül ederdik. böyle ise hayal ve gerçek birbirine karışıyor, hatıranın da hayatın da temizi kalmıyor."

"Gerçekler bazen çok tuhaftır. Cüzamlı çocuklar gibi, bu gerçeklerden utandığımız için, kendimizi onların yokluğuna inandırırız. Çoğunlukla biz, düşüncelerimizi güzelleştirir, içimizde sürünen yılanları gizleriz. Gizlemekle gerçekten yok olur mu onlar?”

Yorumlar

SANDUKA