Rabia’yı Tek Parmakla Selamlamak

Dünya Rabia’ya kulak tıkamış ne gam, Rabia dünyaya kalbini kapamıştı. Süfyan es-Sevrî duyduğunda tepeden tırnağa ürperip, “Ben böyle bir söz işitmedim hiç” demişti: “Ben dünyayı sahibinden istemeye utanıyorum, nerede kaldı ki ona sahip olmayan kullardan isteyeyim.” 752 yılında bedeniyle dünyadan ayrılan Rabia’dan başkası değildi sözün sahibi.

Bedeniyle dedim, çünkü ruhu hep ayrı kalmıştı dünyadan. Sözle dünyayı yerip ona kalplerinde mutena yerler açanlarla hep ayrı kalmıştı Rabia: “Ben dünyanın dört bucağıyla kalplerinize yerleştiğini görüyorum. Zira kalplerinizdeki en yakın şeye bakıp konuştunuz dünyayı zemmederken!”

Sever gibi yapanların değil sevenlerin bayrağıydı Rabia.
O’nu kaybetmemek için her şeyi göze alanların. “Sen tatlı ol da bütün hayat zehir olsun/ Sen hoşnut ol da bütün insanlar öfkeyle dolsun!” Bu nasıl bir yakarış, bu nasıl bir aslan gözü! “Yeter ki iyi olsun seninle benim aram!” Bu ne muhteşem ölçü, pazarlardan kaybolmuş. “Bela” bela değil anlamı “İmtihan”. Nimet, nimet değil, sınanmadıkça. Nimetler gibi sevilmedikçe belalar, hüsran, hüsran yalnız hüsran. “Yâ Rabbî! Benden râzı ol!” diye dua eden adama: “Kendisinden râzı olmadığın (Kazâ ve kaderine rızâ göstermediğin) bir zâtın, senden râzı olmasını istemeye utanmıyor musun!” diye kükremesi bu yüzden Rabia’nın.
Sever gibi yapanların değil sevenlerin uykuları kaçardı. Her gece şafak sökene kadar kefeninin üstünde otururdu Rabia, dudakları kıpırdayarak. Kefeninin üstüne oturmaya cesaret eden var mı? Ya Rabia’nın sözlerini tekrarlamaya: “İlâhi! Sesler sustu, hareketler durdu, bütün sevgililer sevdiğine kavuştu. Ben de seninle baş başayım!” Ne büyük bir buluşma bu: Rab ve kul. Ne çirkin sevdiğinden ücret beklemek! Kulluk ve cennet… “İmanın gerçeği nedir?” diye sorulduğunda, “Kötü bir işçi gibi, cehennem korkusu ve cennet ümidi ile Allah’a yönelmek değil, kulluk O’na olan sevgidendir.” demiş, cennetin peşine düşenlerin yolunu, “Önce komşu sonra ev!” cümlesiyle kesip durmuş Rabia.
Ev… Bir hırsız girdi evine Rabia’nın, ne talihsiz hırsız! Sağına soluna bakınıp durdu çalabilecek bir eşya bulabilmek için. Sonunda hiçbir şey almadan çıkmak olmaz, diyerek birkaç parça eski eşyayı doldurdu çuvalına. Sırra kadem basmak için yöneldiyse de kapıya, ondan önce sırra kadem basmıştı kapı. Hırsız evin kapısını arıyor, fakat yok. Her yer duvar. Çuvalı yere bıraktığında kapının orada olduğunu gördü sevinçle. Çuvalı tekrar sırtlandı, o da ne, kapı tekrar kayboldu gözden. Defalarca seyretti hırsız bu dehşetli resmi, indirip yeniden yüklenerek çuvalı. Ve bir ses duydu sonunda, ürperten bir ses: “Ey hırsız! Seven uyudu ama sevilen ayakta!”
Kim bilir neler vardı çuvalımızda ki açılmamıştı kapılar. Bütün sorumluluğu dudaklara yükleyen ellerimiz, güzel eylemlerden hangi kelimelere kaçmıştı! “Allah’ım bana rahmet kapısını aç” diye dua eden birine, “Yüce Allah’ın rahmet kapısı kapalı mı ki açmasını istiyorsun? Rahmet kapısı her zaman açık. Kalp kapın açık mı sen ona bak!” diyen Rabia, söyle bize nereye kaçmıştı ellerimiz yerlerine dudaklarımızı bırakıp! Neler yapmıştık ki gecikmişti zafer.
Rabia’nın evine hırsız girdi. Kapı duvar olacak sonunda, herkes görecek bunu. Çaldıklarını kapının önünde bırakmadan çıkamayacak hırsız o kutlu evden. Dünyayı reddedenin dünyasını çalmak kimin haddine. Rabia’nın malı yenmez. Bütün yoksulluğuna rağmen kendisine gelen yardımları reddetmişti çünkü o: “Yüce Allah’tan başkasından bir şey almamaya ahdettik. Hiçbir kimseden bir şey beklemiyoruz. Geleni kabul etmiyoruz. Bir defasında devlete âit olan bir kandilin ışığından yararlanarak gömleğimi yamadım da kalbim dağıldıkça dağıldı ve dikişleri sökünceye kadar kalbimi toparlayamadım.”
Kalbimizi toparlamadan çıkacağımız hiçbir sefer bizi esenliğe çıkarmayacak. Bir kandil ışığıyla dağılıyorsa kalp, ne haldedir göğüslerimiz kim bilir! Gürültü kalbin sesini bastırdıkça içeride ne olup bittiğini işitmek ne mümkün. Teheccüd kapısı görünüp kayboluyor, indirip kaldırdıkça dünya yükünü sırtımızdan. Haydi gecenin son dilimine. Hz. Peygamber: “Gecenin son üçte biri kaldığında Rabb’imiz dünya semasına inerek (rahmetiyle tecelli ederek) buyurur ki: Hani bana dua eden, duasını kabul edeyim! Benden istekte bulunan kim, dileğini vereyim! Benden kim mağfiret diliyor, bağışlayayım onu!”
Adı “Dördüncü” anlamına gelse de birincidir şu sıralar kalbimizde “Râbia”. Bu yüzden dört parmağımızla değil, tek parmağımızla selamlıyoruz onu: Şehadet parmağımızla...

/A. Ali Ural; Zaman


Yorumlar

SANDUKA