VAR OLUŞU TEK TİP KIYAFETLE AŞAĞILANAN ÇOCUKLAR
Şehir
hayatından bunaldığımda alır başımı giderim. Çoğu zaman da kimselere haber
vermem. Ya ıssız bucaksız uzun bir yola atarım kendimi ya da hiç bilmediğim
bir dağ köyüne… İnsanlarla selamlaşır ve konuşurum. Ama öylesine konuşmalar.
Havadan sudan ama yaşamın bizzat içinden. |
|||
İşte böyle günlerin birinde, yol kenarında kalabalık
bir koyun sürüsüne rast geldim. Durup seyrettim. Başlarında bir çoban...
Çobanın elinde uzun bir sopa… Koyunlar çobanın elindeki sopayı gördükçe bir o
yana bir bu yana kaçarak ve fakat birbirlerinden de hiç ayrılmayarak yayılıp
gidiyor.
Çobana yaklaşıp selamlaştım, kaç koyunu olduğunu
sordum. “Yüz yirmi abi.” dedi. “Zor olmuyor mu onca koyunu gütmek?” dedim.
Tebessüm etti, “İşi bilmezsen zor olur abi.” dedi. “Koyun gütmenin bilinecek
nesi var ki?” diyecek oldum ki sormama izin vermeden devam etti: “Abi, bu
işin püf noktası bu koyunları sürü hâline getirmekte yatıyor. Eğer bu
koyunları tek başına bırakırsan, birini bir dağda kurt kapmış, diğerini diğer
dağda korkudan çatlamış bulursun.”
Sonra “Bak, şu çoban köpeğini görüyor musun?” dedi
ve koyunların etrafında korku salan Kangal’ı gösterdi: “Şu köpek, bu
koyunları korkudan sürü hâline getiriyor. Eğer koyunlara korku salmazsan sürü
edemezsin. Bak bir de sırtlarındaki boyayı görüyor musun? Sırtına boya
sürüyoruz ki hem biz koyunlarımızı seçelim hem de onlar sürüsünü bilsin.”
Tam ayrılırken “Ha unutmadan bir şey daha
söyleyeyim: Koyunu ne kadar erken sürüye koyarsan o kadar rahat edersin,
yoksa asi olur, söz dinlemez.” dedi.
Sanki amfide ders anlatan psikoloji hocası gibi
“sürü psikolojisi”nin özelliklerini anlatıyordu.
Ve belki mesleğim gereği, anlattıklarından sonra
“ülkemiz çocuklarına nasıl da sürü muamelesi yapıldığı” gözlerimin önüne
geldi.
Kendi ilkokul yıllarım bir film şeridi gibi
gözlerimin önünden kayıp gitti. Bir koyun sürüsünün uysal koyunu gibi boynuma
bir beyaz yaka, üzerime de siyah önlük giydirildiğini hatırladım.
Dikta rejimlerinin kendi ideolojilerini bir sonraki
nesle aktarmak için suiistimal ettiği “kuzu”ların üzerlerine giydirilen ve
“artık sen bu sürüdensin” işareti ile kendi bireysel var oluşlarını kaybeden
arkadaşlarımı hatırladım.
O zamanlar çok zoruma giderdi, kendim gibi olamamak
boğardı beni. Ben öğretmenlerimin gözünde sadece bir “kafa”dan ibarettim.
Biri bir yanlış yaptığı zaman hepimiz birden korkardık. Çünkü cezalar toplu
verilir ve sürü olduğumuz bize her an hissettirilirdi.
Bir gün kendime yakın bulduğum bir öğretmenime
“Neden hepimiz siyah önlük giyiyoruz?” diye sorduğumda, “Elbise parası olmayanların
ya da yırtık elbisesi olanların aramızda utanmaması için.” diye cevap
verdiğinde çok şaşırmıştım. Daha o zaman çocuk aklıyla düşünüyordum ki parası
olmayan anne-babalara ekstra masraf çıkartılıyor ve veresiye defterlerine
kalem, defter, kitabın haricinde okul için bir pantolon, bir ayakkabı, bir
önlük ve bir yaka yazdırılıyordu... Hâlbuki okulda kıyafet serbest olsa,
kimse bu ekstra masrafları yapmayacaktı. Bunu ben düşünüyordum da
öğretmenlerim neden düşünmüyordu?
Çobanla konuştuğumuz o gün, rejim bekçisi gibi
yetiştirilen ve fakat kendisi gibi olmasına izin verilmeyen ülkemiz
çocuklarını hatırladım.
Geçen hafta okullarda kıyafet serbestisini getiren
yasayı görünce bu deli gömleğini kendi de giymiş bir “birey” olarak ve aynı
zamanda bir uzman olarak mutlu oldum.
Çocuğu erken yaşlarda bir üniforma içerisine sokmak
ve onu kendi bireysel farklılığını yok ederek “standart kişi” hâline
getirmeye çalışmak “o çocuğun var oluşunu aşağılamaktır.”
Hiçbir pedagojik temeli olmayan ve daha da ötesinde
çocuğun “benlik yapılanmasına zarar verici” bu uygulama ülkemizin yüz karası
idi.
Millî Eğitim Bakanlığı’nı bu konuda ülkemiz
çocukları adına kutluyorum.
Adem Güneş / Aksiyon Dergisi - 03.12.2012
|
Yorumlar